script src='http://ajax.googleapis.com/ajax/libs/jquery/1.2.6/jquery.js' type='text/javascript'/>

ÖYLE BİR RAHMET KI: HZ. EBÛ BEKİR -ra- (632-634)



İnsanlık târihinde, fazîlet, adâlet, diğergâmlık ve yüce ahlâk bakımından en müstesnâ devir, hiç şüphesiz ki asr-ı saâdettir. Çünkü o mübârek devir, bütün âlemlerin yaratılış sebebi olan Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yaşadığı bir devirdir. O devir, O’nun feyz ve rûhâniyetiyle şekillenmiş bir devirdir. O devir, derin bir tefekkür iklîminde ve müşâhede makamında Allah ve Rasûlü’nü yakînen tanıma devridir.
İşte o mübârek devrin toplumu, en koyu bir câhiliye karanlığından, en zirve fazîletler medeniyetine yükselerek, mârifetullâh, yâni Rabbi kalben tanıma ufkuna ulaşmıştır. Bu toplumun fertleri de, «sahâbe-i kirâm» yâni «Hazret-i Peygamber’e her hususta candan bağlı ve sâdık, çok kıymetli, mübârek dostlar» diye adlandırılmıştır.
Dolayısıyla; Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sözlerini, davranışlarını ve hâllerini en güzel şekilde idrâk eden ve O’ndan bizlere nûrânî izler intikâl ettiren yegâne nesil, ashâb-ı kirâmdır.

Hulefâ-i Râşidîn
Ashâb-ı kirâm içinde de Allah Rasûlü’nün kalbî rikkatleri, ince duyuşları ve hassâsiyetleri ile yoğrularak şahsiyet kazananların başında Hulefâ-i Râşidîn, yâni dört büyük halîfe gelir. Çünkü onlar, Allah ve Rasûlü’ne çok müstesnâ bir aşk ve gönül bağı ile bağlanmışlar ve damlanın deryadaki hâli gibi, Hazret-i Peygamber’in yüce ahlâk ve hâliyle hâllenmişlerdir. Böylece onların gönül âlemleri, Allah Rasûlü’ne olan muhabbetle ilâhî aşkın tecellîgâhı, mârifetullâh hazînesinin de muhteşem bir sarayı hâline gelmiştir. Yine onların sözleri ve ibret dolu hâlleri, birer hikmet ve sırlar manzûmesi olmuş ve bütün ümmete en güzel öğüt ve örnek vasfına bürünmüştür.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hulefâ-i Râşidîn devrinin kıymetini ifade sadedinde:
“(Benden sonra) nübüvvet hilâfeti otuz senedir…”[19] buyurmuştur. Böylece, kendisinden sonra idârî yapıdaki işleyişin zaman zaman müsbet bir şekilde yürütüleceğine, zaman zaman da zaafa uğrayacağına işâret etmiştir.
Bu safhanın ilk yılları, asr-ı saâdetteki huzur ve âhengin devâm ettiği zamanlardır ki, bunun en büyük âmili Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın basîret ve liyâkatidir.

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-

İlk halîfe seçilen Hazret-i Ebû Bekir, devr-i saâdette yüksek sadâkat, teslîmiyet, aşk ve muhabbetiyle Allah Rasûlü’nde fânî olmuştu. O’nunla kalbî râbıtayı en üst seviyede yaşamıştı. O’nunla âdeta aynîleşmişti. Nitekim -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz:
“Kalbimde ne varsa Ebû Bekir’e ilkā ettim.” buyurmuştur.[20] Fakat bu aynîleşme hâli, nice fedâkârlıklar ve büyük bedel ödemeler neticesinde gerçekleşmiştir. Zîrâ insan en ağır bedeli, muhabbeti uğruna öder. Bu fânî âlemde ödenen en ağır bedel ise, ilâhî muhabbetin bedelidir.
Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz de, Allah ve Rasûlü ile dost olabilmenin ulvî lezzetine gark olmak için, ömrü boyunca bu dostluk ve muhabbetin bedelini ödeyebilme gayret ve heyecanı içinde yaşadı. Hicrette Allah Rasûlü’ne yoldaş olma şerefine erdi. Nice ilâhî esrar tecellîlerinin yaşandığı bu ulvî yolculukta Sevr Mağarası’nda üç gün Efendimiz’in sadrından sır ve hikmet devşirdi. Ulvî bir yakınlık ve beraberliğin şeref ve fazîletine mazhar oldu. İlâhî esrâra gark olma ve kalbi inkişâf ettirme dershânesi hâline gelen o yerde, üçüncüleri Allâh olan «ikinin ikincisi» pâyesine erdi. Varlık Nûru, bu azîz arkadaşına; “Mahzûn olma, Allah bizimledir!..” (et-Tevbe, 40)
buyurarak “maiyyet sırrı”nın, yâni Allâh ile beraber olmanın keyfiyetini telkin ediyordu.
Bu hâ­li ârif­ler, gizli zi­kir tâ­li­mi­nin baş­lan­gı­cı ve gö­nül­le­rin Al­lâh ile it­mi’nâ­na er­me­si­nin ilk te­zâ­hü­rü ola­rak değerlendirmişlerdir. Yâ­ni ta­sav­vuf­ta kalpten kal­be sır nak­li­nin İs­lâm tâ­ri­hin­de­ki bi­li­nen ilk te­zâ­hür me­kâ­nı Sevr Ma­ğa­ra­sı, onun tâ­lih­li mu­hâ­ta­bı ola­rak da Haz­ret-i Ebû Be­kir -ra­dı­yal­lâ­hu anh- kabûl edi­lir. Bunun için Haz­ret-i Sıd­dîk, ucu kı­ya­me­te ka­dar devâm ede­cek olan Altın Silsi­le’nin Haz­ret-i Pey­gam­ber -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-’den son­ra­ki ilk hal­ka­sı ola­rak te­lâk­kî edil­miş­tir.
Bu demektir ki, bütün ulvî yolculuklarda maksat, Allah ve Rasûlü’ne olan muhabbet nisbetinde hâsıl olur. Çünkü sevginin şartı ve aşkın alâmeti, sevilen kişinin sevdiği şeyleri de sevmektir. Bu, sevilenin hâliyle hâllenip onunla aynîleşme yolunda mühim bir adımdır ki, Hazret-i Ebû Bekir’in hayâtı böyle tecellîlerle doludur.

Ebû Bekir Bendendir, Ben De Ondanım

Erba´in-i İdrisiyye 22. İsm-i Şerif



 
Lalegül Dergisi
 
 
 
 

ÖYLE BİR RAHMET KI: Hz. Muhammed Mustafa (sav)


Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i bütün âlemlere rahmet olarak gönderdi.

Öyle bir rahmet ki, her varlık O’nun hürmetine yaratıldı ve O’na olan muhabbeti nisbetinde Hak katında kıymet buldu.

Öyle bir rahmet ki, şefkat ve merhameti, bütün insanlığı, hattâ bütün mahlûkâtı kuşattı.

Öyle bir rahmet ki, bütün dimağlara ve gönüllere ebedî bir âb-ı hayat mesâbesinde ilim, irfan, hikmet ve aşk menbaı olarak Cenâb-ı Hak tarafından en müstesnâ vasıflarla sonsuz bir feyz ü bereket kaynağı olarak ihsan buyruldu.

Öyle bir rahmet ki, O’nunla sonsuz hidâyet rehberi Kur’ân ikrâm edildi.

Öyle bir rahmet ki, Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın en sevgilisi, Habîb’i, Mîrac bahşettiği Rasûlü oldu.

Öyle bir rahmet ki, O olmasa bütün âlemler ıssız çöllere dönerdi.

Öyle bir rahmet ki, yaratılışın başlangıcı O’nun nûru ile vücûd buldu. Küre-i arzda zuhûr eden bütün peygamberler, O’nun nûrunun feyz ve berekâtını taşımışlardır.

Öyle bir rahmet ki, nerede bir güzellik varsa, O’ndan bir akistir. Âlemde bir çiçek açılmaz ki, O’nun nûrundan olmasın! Zîrâ O olmasaydı, hiçbir şey vücut bulmazdı. O ki, solmayan, aksine gün geçtikçe tazelik ve tarâveti daha da artan, serâpâ nurdan ibâret bir gonca-i ilâhî…

Öyle bir rahmet ki, O’nun değerini ve kadrini bizzat Allah Teâlâ anlatıyor. Hem de O’na salât ederek…

Hak Teâlâ’nın Rasûlü’ne salât ederek O’nun kadr ü kıymetini bildirmesi, her türlü medh ü senânın üstündedir. Zîrâ Cenâb-ı Hak, O’na salât ü selâmda bizzat kendi yüce zâtını misâl gösteriyor ve bütün meleklerine de O Güzeller Güzeli’ne, Kâinât’ın Fahr-i Ebedîsi’ne salevât getirttiğini beyan buyuruyor. Ardından bütün mü’minlere aynı şekilde O’na salât ü selâm getirmeyi bilhassa emrediyor. Çünkü Cenâb-ı Hak, bizleri 124 bin küsur peygamber arasından böyle bir peygambere meccânen ümmet olma nîmetiyle müşerref kılmıştır.

Bizlere olan bu ilâhî lutuf, bir müstesnâlık ifade ettiği kadar, bahşedilen şerefin büyüklüğü nisbetinde, bizim için bir şükür borcu ve vefâ hukûkunu da beraberinde getirmektedir. Yâni Peygamberler Sultânı’na ümmet olma mertebesi, hem rütbelerin en büyüğü, hem de mes’ûliyetlerin en ağırı demektir. Öyle ki Allah Teâlâ, O’na itaati kendisine itaat, O’na isyanı kendisine isyan olarak beyan buyurmaktadır.

Bu itibarla her mü’minin O’na karşı en mühim şükür ve vefâ hukûku, O’nu her şeyden, hattâ canından daha çok sevmekle başlamalıdır. Bu çerçevede ismi her anıldığında O’na cân u gönülden salât ü selâm getirmek, O’nun örnek şahsiyetinden feyz alarak bir Peygamber âşığı olarak yaşamak, bizler için bir mü’min karakteri, şahsiyeti, hayat düstûru, feyiz ve rûhâniyet kaynağı olmalıdır. Zîrâ bu dünyâda O’nun âlemleri kuşatan rahmet ve şefkatine, âhirette de şefâat-i uzmâsına muhtâcız.

O hâlde bize düşen; hâlimizde, kâlimizde ve bütün davranışlarımızda O’nunla beraberliği yaşamaktır. Çünkü kişi sevdiği ile beraberdir ve sevdiğini örnek alır. Âlemlerin varlık sebebi olan “muhabbetteki sır”lardan biri de; sevenin, sevilenin hâliyle hâllenmesidir. Bizler ne kadar sünnet-i seniyyeye aşk ve muhabbet ile bağlı isek, O’nu o kadar seviyoruz ve rûhumuzda hissediyoruz demektir. O’nu ne kadar tanıyor ve hatırlıyorsak, o kadar yönümüz ve maksadımız O demektir. Bu itibarla özellikle O’nun yücelik ve fazîlet dolu örnek şahsiyetindeki husûsiyetleri bilmek, O’na tâbî olmak ve O’nun yüce ahlâkına bürünerek O’nu satırlardan ziyâde kalben tanıyabilmek, idealimiz olmalıdır.

O Allah Rasûlü ki, insanlardan ders görmedi, O’nu Rabbi terbiye etti ve ne güzel terbiye etti ki, ahlâkın en yücesini O’nda tecellî ettirdi. Bütün bir beşeriyete gayb âleminin tercümânı ve Hak mektebinin hocası olarak gönderildi. O’ndaki güzellikler, ciltlerce kitap hacmine sığmayacak kadar çok ve sayısızdır. O’nun emsâlsiz örnek şahsiyetindeki fazîlet numûnelerinden ancak birkaçı şöyledir:

Ümmetine Düşkünlükte Allah Rasûlü (s.a.v.)

Esma'ul Hüsna 45. İsm-i Şerif

 

DİNİMİZİN DİREĞİ NAMAZ VE ÖNEMİ



İslam dininin en önemli şartlarından birisi, Allahu Zülcelal’in miraçta Hz. Peygamber (A.S.V) vasıtası ile bütün mü’min kullarının üzerine beş vakit olarak farz kılmış olduğu, insanları kurtuluşa götüren namaz ibadetidir.  

Namaz dinin direğidir ve Allah’u Zülcelal’i hatırlamanın en güzel şeklidir. O’nun için Allahu Zülcelal bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur; 

“Muhakkak ki ben, yalnızca ben Allah’ım. Benden başka ilah yoktur. Bana kulluk et; beni anmak için namaz kıl.” (Taha; 14) 

Ebû Hüreyre (r.a) anlatıyor: “Hz. Peygamber (s.a.v)’in şöyle söylediğini işittim:
 

أرَأيْتُمْ لَوْ أنَّ نَهْراً بِبَابِ أحَدِكُمْ يَغْتَسلُ فِيهِ كُلَّ يَوْمٍ خَمْسَ مَرَّاتٍ مَا تَقُولُونَ يُبْقِى ذلِكَ مِنْ دَرَنِهِ شَيْئاً؟ قالُوا: َ يُبْقِى ذلِكَ مِنْ دَرَنِهِ شَيْئاً. قالَ: فذلِكَ مَثَلُ الصَّلَواتِ الخَمْس، يَمْحُوا اللّهُ بِهَا الخَطَايَا
 

Sizden birinizin kapısının önünden bir nehir aksa ve bu nehirde her gün beş kere yıkansa, acaba üzerinde hiçbir kir kalır mı, ne dersiniz?” Sahabeler;

Bu hal, onun kirlerinden hiçbir şey bırakmaz!” deyice, Hz. Peygamber (a.s.v) tekrar şöyle buyurdu;

İşte bu, beş vakit namazın misalidir. Allah onlar sayesinde bütün hataları siler” buyurdu.” (Buhâri, Müslim) 

Namaz, mü’minlerle kafirler arasındaki en önemli farklardan biridir. Bir kimse, namaz kılmakla hem Allah’u Zülcelal’in emrini yerine getirmektedir, hem de inanmayanlardan ve Allah’u Zülcelal’e asi olan kimselerden ayrılmaktadır. 

Namaz hususunda insanlar birkaç gruba ayrılırlar:

100 Mecelle Kaidesi - Arapça Türkçe açıklamalı


İlim küpü Ali Kara Hocamızdan talebelere kolaylık…. İşte mecellenin 100 kaidesi

1. MADDE:

Fıkhın Tarifi:

اَلْفِقْهُ : عِلْمٌ بِالْمَسَائِلِ الشَّرْعِيَّةِ الْعَمَلِيَّةِ الْمُكْتَسَبَةِ مِنْ اَدِلَّتِهَا التَّفْصِيلِيَّةِ

Fıkıh: şeriatın ameli meselelerini, tafsili delillerin den bilmektir.

Yani, fıkıh amellerle alakalı hususları, tafsilli delillerden bilmek, anlamaktır. Bu şekilde bilmeye fekâhat, bu kimseye de fakîh denir. Fıkıh ilmi tahsiline de tefekkuh denir.

Bir hadisi şerifte buna işaret buyurulmuştur.

Muaviye radıyellahu anhu’dan, Resulullah sallallahu aley hi ve sellem şöyle buyurdu: “Allah kim için hayır dilerse, onu dinde fâkih kılar.”

Mes’ele: Küllî -umûmî- bir kaide olup, kendisi altına pek çok cüz’î şeyler uygun gelir.

Mesela: Şartlarını toplayan bir vakıf lazım gelir -vakıf olur- denirse, bu “şartlarını cem eden bir vakıf luzum ifade eder” tarzında bir mesele olur ki, bu da bir küllî kaidedir. Buna göre Ahmet, Mehmet, Fatma gibi fertlerin yapacağı vakfın da luzum ifade edeceği zarureten anlaşılmıştır.

Kaide: Bir kat’i külli (veya ekseri) hükümdür ki, bir çok cüz’iyyatın hükmünün bilinmesi kendisi ile murad olunur.

Hüküm: Kulların fiili ile alakalı olan İlahi hitap. Yani kulların yapması veya yapmaması istenen hükümler; farz, vacib, haram, mekruh, sahih, fasit gibileri.

Fıkıh ilminin mevzusu: Mükellefin fiilleridir. Yani hayatı boyunca işleyeceği bütün hususlar, fıkhın konusu dahilindedir.

Fıkhın Gayesi: Dünya ve ahıret saadetine nail olmaktır.


Şari’:
Hak tealadır. Bazan Peygamberimiz sallallahu aley hi ve selleme de hükümleri beyan ve tebliğ edici olması haysiy yetinden şari’ denilir.Mükellef: Allahu teala tarafından kendisine bir şeyi yap-mak veya yapmamak külfeti/zahmeti lazım getirilen akıllı ve baliğ kimsedir. Bu külfeti ona lazım getirmeye de teklif denir.

Şeriat: Din, islam, millet. Allahu tealanın kulları için tayin etmiş olduğu dini/uhrevi ve dünyevi ahkamın toplamıdır. Bazan, islamda ceza hukukuna da –şeriat- söylenir.

Ameliyye: Kulların fiilleri ile alakalı hususlar. İbadetler, muameleler, alış verişler, miras ve vasıyyet gibileri. Buna itika di hususlar dahil değildir.

Fıkhi meselelerin bazısı ahıretle alakalıdır. İbadetler bu kabildendir. Bazısı da dünya ile alakalıdır. Bunlar muameleler, nikahla alakalı hususlar ve cezalardır.

İnsan nevisinin kıyamete kadar bekası için evlilik mües-sesesi gereklidir; yaşam için sanat, ticaret, ziraat, alış veriş gereklidir; bütün bunların düzgün işlemesi de adalete hak ve hukuka dayanır. İşte bütün bu hususları ihtiva için dinimiz dünyalık olarak gerekli düzenlemeyi tayin etmiştir. Kulluk bor-cu olan ibadetler, muameleler, akitler ve cezalar.

İslam alimleri insanların ihtiyacı olan hususlarda fetva ve hüküm vermek için kolaylık hasıl etmekte konuları/meseleleri bablara, fasıllara ayırmış, bunlarla alakalı kaideler tertible-yerek önümüze, şu ‘Mecelley-i ahkam-ı adliyye’dediğimiz eseri koymuşlardır.

2. MADDE:

اْلاُمُورُ بِمَقَاصِدِهَا

Hızır (AS)' ın Duası (KUMEYL DUASI)


40 Madde de Şia Akidesinin Batıl Olduğunun İsbatı


 

1. Şiiler Kuran-ı Kerimin tahrif olduğuna inanırlar..ve Kuranı doğru olarak bilenlerin sadece 12 imam olduğunu iddia ederler (şianın inanç esasları)

2. Şiiler imamlarının masum olduğuna inanırlar. (el munteka)

3. Şiiler ruyeti inkar ederler.(el hutut-ul arıza li’ş şiati-l-isney aşeriyye)

4. Kendileri senedi ve isbatı olmayan onbinlerce şii kaynaklı hadisle amel etmekle iken…sünni kaynaklarda geçen ve senedleri olan hadislerin dörtte üçünden fazlasını reddederler. (el hutut-ul arıza li’ş şiati-l-isney aşeriyye)

5. Şiiler kerbelayı beytullahtan daha faziletli sayarlar.. (şianın inanç esasları)

6. Şiiler Hz. Ali´den önceki halifelerin zalim yada kafir olduğunu iddia ederler.. (el hutut-ul arıza li’ş şiati-l-isney aşeriyye)

7. Şiiler Hz. Ebu Bekir ve Hz.Ömer´e lanet okurlar. (şianın inanç esasları)

8. Peygamberlerin getirdiği şeriatın sadece avama hitab eden bir ilim olduğunu gerçek ilmi (ilm-i hakikat) ise 12 imamdan başka hiç kimsenin bilmediğini iddia ederler.. (el hutut-ul arıza li’ş şiati-l-isney aşeriyye)

9. Hz. Ali (ra) nin ve onun zürriyetinden gelenlerin fikirlerine muhalefet eden herkesin ya zalim ya kafir,yada fasık olduğuna inanırlar.. (el hutut-ul arıza li’ş şiati-l-isney aşeriyye)

10. Takiyye adı altında münafıklığı akide edinirler.. (şianın inanç esasları)

Erba´in-i İdrisiyye 21. İsm-i Şerif



1 9